ATAMIZA

                Dedenizin 116 yıl önce rumlar tarafından yapılmış olan; geniş bir ön ve arka bahçesi olan ve bu bahçenin büyük bölümünün 6. yüzyıl döneminde Bizans kralı 4. jüstinyen tarafından yaptırılan bir sur ve kale ile çevrili iki katlı ahşap bir evi olduğunu düşünün. Ayrıca tarih öncesi dönem Traklar, Ceneviz, sonrasında Bizans, Osmanlı izlerini görebileceğiniz; Neronun Trakya valisiyken sayfiye bölgesi, Osmanlı Padişahlarının avlandığı, iki nehirin sizi kucaklayıp karadenize sunduğu eski adıyla Salymdessus, Midye, Kıyıköy.

Bu beni büyüleyen yerle tanışmam 1980 mayıs ayında başladı.

5 yaşındaydım, ailem birtakım nedenlerden dolayı İstanbul’u bırakıp

herkesin aksine memlekete dönüş kararı almışlar. İlk hatırladığım ön bahçenin içindeki mısır sırıkları arasında yabancı ve korkulu gözlerle burayı tanımaya çalışmak. Fakat bu eşsiz coğrafya kısa bir süre sonra beni sımsıkı saracak ve hayatımın vazgeçilmez yeri olacak.

Aylardan mayıs doğa oldukça cömert. Doğadaki herşey kendini yeniliyor. Ahşap iki katlı evimizin çatısına kadar uzanmış hanımelinin kokusu insanı sarhoş edercesine… Kiraz ağacı bembeyaz bir gelinlik giymiş. Kale duvarlarını kuşatmış sarmaşıklar kendine uzayacak boş alanlar arıyor. Derelerden gelen kurbağa sesleri Vivaldi 4 mevsiminin ilkbaharı tadında. Karadeniz genelde hırçın. Evlerde bir bahar temizliği

telaşı var. Arap sabunu kokuyor heryer. Dedemin kahveye giderken bile onu takip eden tavuğu tek endişemiz. Sürekli kayboluyor. Bir huzursuzluk var. nihayet onu buluyorum hemde arka bahçede incir ağacının altında ve yavruları dünyaya gelirken. yumurtalarını çatlatıp

dünyaya gelen yavrularıyla kuluçka yerinden birkaç adım ayrılıyor ve kalan iki yumurtanın çatlamasına ben yadımcı oluyorum. bu günlerce unutamadığım bir üzüntü ve ders olacak.  Sabır….

Bu tavukların yavrularıda az çekmediki bizden. kardeşim çamaşır ipinin üstüne koyar ve en uzağa kim uçaçak diye yarış yaptırırdı. onun hayvanlarla olan ilişkileri benden güçlü. ne bulursa alt katta kullanmadığımız mutfağa getirirdi. zarganalar, kaplumbağlar,sümüklü böcekler. bigün sümüklü böcekleri koyduğu varilin kapağını açık unutmuş onlarca böcek duvarda iz bırakarak yürümüşlerdi 🙂

          Dedem ve babanemde bizle beraberler. dedem oldukça sert mizaçlı, disiplinli, çalışkan. benim oyundan başka birşey düşünmeyişim

onu rahatsız ediyor. babanem ise oldukça yumuşak merhametli ben ve kardeşlerimi yüzümüze yumuşak tokatlar atarak kızanımmm diye seven bir kadın. Dedem buranın en eski tüccarı, varlıklı, otoriter bir adam.

Babamda işleri devralan yine sert mizaçlı fakat oldukça merhametli, kimseyi kıramayan, herkesin sevdiği halen saygıyla anılan bir adam.

Annemle ilgili bir tarif yapmayı düşündüm ama kelimelerle zor olacak. Çevremizdeki insanların tabiriyle bir melek. Ablama gelince dilimden dökülen sözcükler şunlar olabilir: Yatılı okullar, gurbet ve hatta halen süren hiç bitmeyen gurbet.

Mahallemizde komşularımız genelde babanem yaşlarında. Bize sık sık gelirler. İkinci çayda oturdukları yerde sallanarak uyuklamaya başlar ve bu durum kardeşimle benim bazen gülme krizine girmemize yol açar çünkü o sırada annem mutfakta onlar için birşeyler hazırlayıp içeri girdiğinde bizi uyarır. gülüşmeyin diye ama kendiside duramaz…:)

sanırım nusret teyze 100 yaşında hala hayatta. nazmiye teyzede şu an tam karşıda penceresinde tülü hafifçe çekmiş gelen geçene bakıyor.

o tülü kaldırıp etrafa ve bize bakması bende müthiş bir huzur uyandırıyor. Geçmişe ait bir iz gibi.  Zahide teyze nurlar içinde yatsın

nefesi, duası şifalı kadın. Ayet okuyunca etrafa nur saçılırdı…

    İlk arkadaşlarım Barış, Bülent, Gürkan. Benim güzel dostlarım…

Kale tepelerine tırmandığım, gündendi arabaları, zımzık, kasnak çevirme, çıtalı, şeytan uçurtmaları oynadığım. fransızlar için sümüklü böcek toplayıp sattığım ömrüme şahit dostlarım…

Dolu dolu bir çocukluk ve İstanbula dönüş. lise, üniversite askerlik,iş hayatı evlilik ve yavrularla çocukluğu tekrar hatırlama…

      Aradan geçen yıllar dedemin evini yaşanmaz bir hale getirmişti.

Onu ihmal ediyorduk ve hüzünlü hali tüm duvarlarına yansımıştı.

Bahçesinde oturup saatlerce kare kare çocukluğumu anımsamaya çalışmak halen en büyük mutluluklarımdan biri…

   Yine böyle bir günde yıkılmış bahçe duvarlarına bakarken neden burayı restore ettirmiyoruz diye düşündüm. Kolay olmayacaktı.

1. derece arkeolajik sit alanıydı. dam aktarmak bile anıtlar kurulu müsadesiyle olan bir yerden bahsediyorum. Restitüsyon, röleve ve restorasyon süreci… Oldukça masraflı ve uzun bir süreçti.

Ailemle görüşüp onların maddi ve manevi desteğini alınca bu süreci başlatmış olduk.

   Evet herşey çok gerilerde kaldı. Yinede o günleri tekrar yaşayabilme adına bir adım attık. Atakale’nin hikayesi böyle başladı ve şimdi buna sizleride dahil etmek istiyoruz.

   Buyrun bu masalın içinde beraber yürüyelim…

Takipte Kal